ANADOLU İNANÇLARINDA CİNLER VE CİNCİLİK
Halûk Akçam
22 Mayıs 1996
İçindekiler
(Not: HTML formatında
göremediğiniz orijinal resimleri, 590 Kb olan PDF
formatında bulabilirsiniz)
Son bin yılını Türkler'le birlikte yaşayan
Anadolu'nun masallar aleminden günümüzün TV ekranlarına kadar geniş bir alana
yayılan cin teması hakkında neler biliyoruz? İkidebir kaynak olarak
gösterilen Kuran'da gerçekten bu iddaları doğrulayan ayetler var mı? Cinler
bizim için ne ölçüde ciddi bir tehlike sayılabilir?
Bu gibi daha birçok soruya yalın ve kısa cevap arayanlar için küçük bir
referans niteliğindeki bu kitapçığın amacı, esas kaynaklarından seçilen
açıklamalarla sizi başbaşa bırakarak kendi yorumunuzu yapabilmenize yardımcı
olmak.
Cinlerin Türk-İslam kültüründeki yerine ve önemine değinen bu bölümün
ardından, gelecek ay, Batı kültüründe bu temanın geçmişteki ve günümüzdeki
boyutlarını inceleyen devamını sunacağız.
Diğer yandan, enformasyon çağına girdiğimiz 20. yüzyılın sonunda hâlâ
Ortaçağ'dan kalma değerlerle uğraşıyor olmamızın da bir anlamı olsa gerek.
―☼―
Özellikle televizyon programlarının etkisiyle son yıllarda güncellik
kazanan “cin” teması, aslında Anadolu folklöründe uzun ve zengin bir geçmişe
sahiptir. Yaygın inanışa göre, genellikle göze görünmeyen ve çoğu kez insanı
andıran küçük yaratıklar olarak tanımlanırlar. Halk edebiyatındaki cinlerle
ilgili masal, hikaye ve deyimlerde cinlerin çoğu kez insanların aklını başından
alıp onları şaşkın ve perişan bir hale getirdikleri, hastalıklara yol
açtıkları, büyülerde aracılık ederek kötülüklere sebep oldukları belirtilir.
Cinlerin kurnaz ve sakınılması gereken yaratıklar olduğu inancı yerleşmiştir.
Bunların daha çok ıssız ve karanlık yerlerde yaşadıkları ve güneş battıktan
sonra ortaya çıktıkları zannedilir. Anadolunun birçok yöresinde, cinlerin kötü
etkisinden korunmak için, mesela hava karardıktan sonra ağaç altına kirli su
dökülmez, çünkü cinlerin ağaç kovuklarında oturduklarına inanılır. Akşam
olduktan sonra hamamda fazla kalınmaz, çünkü gece vakti cinler hamamlarda
toplanıp eğlence düzenlemektedirler. Karanlık çökünce eski veya terkedilmiş
evlere, değirmenlere girilmez, çünkü bu gibi yerler “tekin” (içi boş)
değildir (1).
Cinlerin sosyal yaşamları da aynı inanışlar çerçevesinde dile getirilmiş ve
bu yaratıkların başında bir padişahları olduğu, insanlar gibi kendi aralarında
belirli kurallara göre yaşadıkları söylenmiştir. Yani, onlar da doğup
büyümekte, evlenmekte, çocukları olmakta ve sonunda ölmektedirler. İnsanlara
görünmek istediklerinde ise, bazen iri yarı bir zenci, bazen de kara bir köpek,
keçi veya tavuk biçimine girerler. Kendilerine iyiliği dokunan insanları
ödüllendirirler, saygısızlık yapanları da cezalandırırlar. Bazı insanları etki
altına alıp kendi isteklerine alet ederler veya kötü işler yaptırırlar. Hatta
bazen insanlara aşık olan cinler bile vardır, bu durumda sevgililerini
kaçırarak onlara sahip olurlar.
İslamiyet açısından, iyi huylu “müslüman cinler” de vardır. Bu tür
cinler daha çok büyücülükle uğraşanların ilgisini çekmektedir. “Huddam” (hizmetçiler)
adı altında “cinci hoca”ya bağlanan bu cinler sayesinde hastalıkların
iyileştirildiği, kötülüklerin defedildiği ve birtakım doğaüstü olayların meydana
getirildiği varsayılmıştır. Bu gibi inançların halk arasında ne kadar yerleşik
ve köklü olduğunu anlamak için, günümüzde bazı “cin fikirli” şaklabanların, “emrim
altında veya nikahım altında cinlerim var” diye ortaya bir yem atıp
ardından binlerce insanı dolandırarak nasıl zengin olduklarını hatırlamak bile
yeterlidir sanırım.
―☼―
Anadolu folklöründeki biçimiyle cinlerden huddam edinme inancının,
Türklerin müslümanlık öncesi inançlarında da yer aldığını söylemek pek mümkün
değildir. Türk şamanizminde, doğaüstü varlıklarla ilişki kuran kişiye “kam” veya
Kırgızlar'da hâlâ kullanıldığı gibi “bakşı” denir (2). Bakşı'nın koruyucu
ruhu olarak sözünü ettiği “arvak” ile hadîm bir cinden bahsetmediği açıkça
bellidir. Diğer yandan, zaman içinde yok olup giden Türk şamanizminde de cin
benzeri varlıklara inanıldığı biliniyor. Fakat, bu inancın temellerinde
Budizm'in köklü bir etkisi olduğu da kesindir. Uzakdoğu dinlerinin esas ilkeler
açısından Ortadoğu'dakilere oranla büyük farklılıklar taşıması sebebiyle, bu
farkın mitolojik unsurlarda da kendini göstermesi kaçınılmazdır.
Nitekim, İslam öncesi Türkler'den kalma ve “çıvı” olarak geçen bir
terimi, Mahmud Kaşgarî “Dîvanü Lûgat-it Türk” adlı kapsamlı sözlüğünde
açıklarken, İslamın etkisi ile bunun "cinlerden bir bölük' olduğunu
yazmak zorunda kalmıştır. Oysa, Yakut Türkleri'ndeki şamanizmde - ki İslam-Arap
etkisinde kalmamış nâdir bir koldur - görülen “ije-kil” ile paralel
anlamdadır “çivi”. İje-kil; herhangi bir kişinin, ruhu gibi
bedenine bağlı olan ve canı olarak tercüme edebileceğim biçimde
tanımlanmaktadır. Çıvı da, fertleri birbirine bağlı bir toplumun
kollektif canı gibi düşünülmüştür. Mesela, eski metinlerde anlatıldığı üzere;
savaş anında birbirine saldıran iki ordunun askerleri çarpışırken, o iki
toplumun çıvılarının da birbirine saldırdığına inanılırmış. Özellikle
askerler gece vakti istirahatte iken, askerlerden çıkan çıvı daha da güçlenir
ve böylece karanlıkta müthiş bir savaş olurmuş. Öyle ki, askerler geceleyin
çıvıların attığı oklardan korunmak için çadırlarından dışarıya adım
atmazlarmış.
Kaşgarlı Mahmud'un Türkler ile ilgili muhteşem
eserini, Abbasi halifesi Muktedî'ye takdim ettiği yıllarda, doğudan
itibaren Akıncılar Anadolu'ya girmeye başlamışlardı. Bu Akıncıların Orta
Asya'daki İslam öncesi eski Türk kültür öğelerini ne ölçüde Anadolu'nun otantik
etkisinden koruyabildiğini bilmiyoruz. Ancak, Anadolu'nun eski Doğu Roma
İmparatorluğu'ndan kalma halkının âdet ve inançlarından günümüze kadar gelen
bazı cin-peri hikayelerinin varlığını inkâr etmek mümkün değildir (3).
Bu sebeple, günümüzdeki Anadolu inançlarının kökünü; Akıncıların
göçerlikten yerleşikliğe geçerken küçük beylikler kurmaya başlamalarıyla
birlikte, Arap-İslam kültürünün Bizans-Anadolu ortamında yorumlanışında aramak
gerekir. Burada Osmanlı kültürünü - içeriği çok zengin olmasına rağmen - aynen
kendisinden önceki gibi İstanbul'un surları içinde sıkışıp kalmış ve
onbeş-yirmi sene önce de Anadolu kültürü tarafından tamamen yok edilmiş olması
yüzünden dikkate almıyorum. Esasında, cinlerle ilgili inançlarda da Anadolu ile
Konstantinopolis (Der-Saadet) arasında dikkati çeken farklar vardır.
―☼―
Sanıldığının aksine, Kuran'da - aynen ruh, melek, şeytan, öte alem konularında
olduğu gibi - cinlerle ilgili konuda da yeterince açıklayıcı bir bilgi yoktur.
Genellikle aynı tanımlamaların tekrarları yapılmıştır. Konu ile ilgili önemli
sayılacak ayetlerin anlamları şöyledir:
6:100 : “Cinleri ona (Allah'a) ortak yaptılar. Halbuki onları da o
yarattı.”
15:26-27 : “Andolsun ki biz insanı kuru çamurdan, biçimlenmiş balçıktan
yarattık. Cann'ı da daha önce semum (dumansız? zehirleyici? çok sıcak?)
bir ateşten yarattık.”
55:14-15 : “O, insanı bardak gibi kupkuru balçıktan yarattı. Cann'ı da
yalın bir ateşten/alevden yarattı.” Cann, tefsircilere göre, cinlerin babası
sayılan İblis olabilirmiş. Çünkü o da ateşten yaratılmıştır.
18:50 : “Hani biz meleklere: Adem'e secde edin demiştik de İblis'ten
başkası hemen secde etmişlerdi. O ise cinlerden olduğu için, rabbinin emrinden
dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun avenesini - hepsi sizin
düşmanınız olduğu halde - dost edinir misiniz? Zalimler için ne kötü bir
değiştirmedir bu!”
51:56 : “Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım.”
11:119 : “Andolsun ki ben cehennemi hep insan ve cin ile dolduracağım.”
7:38 : İns(an) ve cinden sizden önce geçmiş ümmetler arasında siz de girin
bu ateşin içine.”
6:130 : “Ey cin ve ins(an) topluluğu: Aranızdan size ayetlerimi nakleden,
bu gününüzün gelip çatacağını özellikle haber veren peygamberler gelmedi mi
size?”
6:128 : “Ey cin topluluğu, insanlardan birçoğunu baştan çıkardınız ha!
Onların dostları olan insanlar da şöyle diyecekler: Ey rabbimiz, kimimiz kimimizden
faydalandık, bizim için takdir ettiğin ecelimize ulaştık.”
41:29 : “O küfredenler: Ey rabbimiz, cinden ve insanlardan bizi
saptıranları göster bize de, onları ayaklarımızın altına alalım. Ta ki en
aşağıda kalanlardan olsunlar, diyecekler.”
34:14 : “Cinler gaybı bilmiş olsalardı, öyle horlayıcı bir azab içinde
bulunmazlardı.”
Yahudi kral-peygamber Şalomon'un (Süleyman) cinleri için de şöyle deniyor:
27:17 : “Süleyman'ın cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı.
İşte bütün bunlar (onun tarafından) idare ediliyordu.”
27:37-38 : “(Süleyman) dedi ki: Ey ileri gelenler, onun (Saba melikesinin)
tahtını, teslim olarak bana gelmelerinden önce, hanginiz bana getirir?
Cinlerden bir ifrit: Sen daha yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Eminim
ki buna gücüm yeter, dedi.”
34:12 : “(Süleyman'ın) Önünde, rabbinin izniyle iş gören bazı cinler de
vardı.”
Ayrıca, birtakım cinlerin Peygamber'i Kuran okurken dinlemeleri ve daha sonra da bu konuda cinlerin konuşmalarının Peygamber'e vahy olunuşu ile ilgili 28 ayetlik Cin suresi ise şöyledir:
72-Cin : 1-15 : “Biz gerçekten hayranlık
veren bir Kuran dinledik ki o hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de
ona iman ettik. Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız. Gerçekten,
rabbimizin büyüklüğü yücedir. O ne bir eş ne de bir çocuk edinmiştir. Demek
ki, meğer bizim avanağımız, Allah'a karşı ne yalanlar uyduruyormuş. Aslında biz
de, insan olsun cin olsun, hiçbiri Allah'a karşı asla yalan söylemez
sanmıştık. Ancak şu da var: İnsanlardan bazıları cinlerden bazılarına
sığınırlar. Demek ki bu suretle onların azgınlıklarını arttırmışlar. Doğrusu,
onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi katiyen
diriltemeyeceğini sanmışlar. Biz, ciddi bir biçimde göğe erişmek istedik. Fakat
onu sert bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki bundan önce, haber
dinlemek için onun (göğün) bazı kısımlarında yer bulup oturuyorduk. Ama, şimdi
kim dinleyecek olursa, karşısında kendisini gözetip duran bir alev buluyor.
Doğrusu biz, yerdeki kişilerin kötülüğü mü isteniyor, yoksa rableri onlar için
bir iyilik mi diliyor, bilmiyormuşuz. Gerçekten bizim aramızda iyiler de vardır,
daha aşağı olanlar da. Farklı yollara ayrılmışız. Şu gerçeği de kuşkusuz
anladık ki: Yeryüzünde kalsak da, göğe kaçsak da Allah'ı asla güçsüz
kılamayız. Doğrusu, biz o doğru yola ulaştıranı dinleyince ona iman ettik. Her
kim rabbine iman ederse, o ne ecrinin eksileceğinden ne de bir haksızlığa
uğrayacağından korkmaz. Aslında kimimiz müslüman, kimimiz de zalimlerden.
Müslüman olanlar, doğru yolu arayıp bulmuş olanlardır. Zalimler ise cehenneme
odun oldular.”
Cinin anlattıkları Peygamber'e naklen bildirildikten sonra kendisine denmiş
ki: “Eğer onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdi, elbette onlara bol su
içirirdik.” Bir tür alevden veya ateşten yaratılmış olanlar için ayrı bir
cehennem tablosu çizileceği beklenirken, onların da cehennem ateşinde
yanacaklarının söylenmesi ilginçtir. Kurandaki daha başka birçok tanımlamada da
olduğu gibi, iyice anlaşılsın diye, olaylar “insanlara hitaben ve yine
insanların değer yargılarına göre” anlatıldığından, vahiyde cehennem ateşi
sembolik anlamda ve acı veren bir ortamı tasvir etmek için seçilmiş olabilir (4).
Kuran'da cin hakkında yapılan bu açıklamalar sonucunda, İslam alimleri
arasında büyük fikir ayrılıkları doğmuştur. Dini açıdan önemli bir yeri olan Mu'tezîle
ekolü cinin varlığını toptan yok sayarken, İmam Eşarî'nin yandaşları
da cinlerin nerdeyse her şeyi yapmaya gücü yetecek varlıklar olduklarına
inanmak gerektiğini savunmuşlardır. Diğer yandan, Hadis ravileri de,
Peygamberin herhangi bir cini görüp görmediği hususunda anlaşamamışlardır.
Ancak, esas itibarıyla, müslümanların cinlere inanması gerektiği söylenir.
Esasen, Kuran'da da belirtildiği gibi, Araplar Peygamber'e vahiy
gelmesinden önce de zaten cinlere inanıyorlardı. Cinler, melekler ve diğer
mitolojik tasvirlerin hepsi Cahiliye Dönemi'nin Arap kültüründe önemli
bir yer almaktaydı. Seci (kafiyeli ifade), belâgat (güzel konuşma) ve şiir
sanatlarına büyük değer veren Araplar, bu alanda yetenekli kişilerin daima
marifetli bir cini olduğuna inanırlardı. Nitekim, Peygambere vahyolunan güzel
sözleri duyduklarında da onun cininin kim olduğunu sormuşlardır.
Arap literatüründe, Kazvinî'nin “Acaib al-Mahlûkat wa
Garaib al-Mawcûdat” ile Damirî'nin “Hayât
al-Hayawân” adlı eserlerinde cinlerle ilgili önemli açıklamalar vardır.
Bu yazarlara göre; insanın topraktan, meleklerin de nurdan yaratılmış
olmalarına karşın, ateşten yaratılmış olan cinlerin erkeğine “cinni” dişisine
de “cinniye” denir. Cinler üç gruba ayrılırlar: Agval, Saali ve Afarit.
Agval veya Gilan grubundan olanlara “Gul” denir. Saali
türü cinlere ise “Sılat” derler. Afarit grubundakiler ise “İfrit”
diye bilinirler. Bu cin gruplarının kendi aralarında da hiyerarşik bir
düzenleri vardır.
Arap inancına göre, “Gul” türünden olan cinler genellikle dişidir,
erkeğine “Qutrub” denir. “Marid” tipi Gul'ler en acımasız
olanlardır. Hilekarlıkta onlardan daha haini yoktur. Değişik biçimlere girerek
önce insanlara yollarını şaşırttırır, sonra hemen üstlerine atlayıp
parçalayarak onları yutarlar. Mısır Arapları, geceleyin mezarlara saldıran
Gul'lerin cesetleri yediklerine inanırlar. Anadolu folklöründeki “Gul-yabani”
ise daha ziyade hortlak veya hayalet olarak tasvir edilir ve ıssız
yerlerde, karanlıkta ansızın insanın önüne çıkarak korkuttuğu söylenir.
Masallardaki umacı “dev anası” da bir Gul'dür.
Yine, Anadoluda “al-karısı” diye bilinen ve loğusaya veya
çocuğuna saldırarak onları boğmaya çalıştığı söylenen hayali yaratık da dişi Gul
sayılır. Peygamber, bir hadise göre, Gul diye bir
yaratık olmadığını söylemiş. Mu'tezîle ekolü de bu hadise atfen cinleri
yok saymıştır. Fakat, başka bir hadise göre de Peygamber, sataşan Gul'leri
kovmak için ezan okumayı tavsiye etmiştir. Araplar için Gul kavramı o
kadar etkileyiciydi ki, uğursuz sayılan beta-Persei çiftyıldızına
Ras al-Gul (Cinin Başı) adını takmışlardı. Bugün astronomide kullanılan
Algol adı da dolayısıyla onlardan kalmıştır.
Sılat türündeki cinlerin dişileri Gul gibi
biçim değiştirebilirler. Ayrıca, cinlerin çoğu dişi Sılat'lardan korkar,
çünkü büyücü olurlar. Yani, mesleği büyücülük olan cinler bile var. Sılat'ların
daha az zararlıları ise su birikintilerinde yaşayanlar, ağaç kovuklarında
gizlenenler ve havadar yerlerde gezinenler olarak tanımlanıyor. Bu türdekilere
Anadolu'da daha çok - farsi kökenli olarak – “peri” adı verilmektedir.
İfrit’ler ise Cahiliye Döneminde
cinlerden sayılmazken, İslamiyet ile birlikte cin olmuşlar. Ama, eski bir
alışkanlık olarak, Araplar İfrit’leri Şeytan’lar ile bir
tutmayı yeğlemişler. İnanışa göre, İfrit çok kuvvetli, sert mizaçlı,
acımasız ve aynı zamanda kurnazdır. Mısır'da ise, öldürülen veya acılar içinde
ölen bir adamın hayaletine ifrit derler.
İslam inancına göre, cinlerden korunmak amacıyla, Kuran'ın sonunda yer alan
iki kısa surenin (Falâk ve Nâs) dua olarak okunması yaygındır. Ananeye göre,
bu iki sure Peygamber'e büyü yapılmasından sonra, büyülerden korunması için
indirilmiştir. Hadislere dayanarak bazı tefsirciler bu surelerin sadece birer
dua olmaları sebebiyle, ilk dönemlerde Kuran'a dahil edilmediğini söylerler.
Fakat, daha sonra Kitab'ın en sonuna ilave edilmişler.
―☼―
İslam'da, uygulama bakımından, Kuran'dan sonra başvurulacak ilk kaynak,
Peygamber'in sözleri ve yaptıklarıdır ki Sünnet (Sunna) olarak bilinir.
Peygamber'in sağlığında, onun Kuran hükümlerini uygulama biçimine ve
açıklamalarına tanık olanların anlattıklarından derlenen Hadis kitapları bu
bakımdan Sünnet'in esasını oluşturur (5). Çok sayıda hadis
kitabı olmasına rağmen, içlerinde en çok güvenilenler Buhârî'nin ve
Ebu Müslîm'in derlemeleridir. Bu derlemelerde cin konusunda
Peygamber'in yorumlan ise şöyle:
Buhârî - Menâkıb 31:80 : Ebu Hureyre,
Peygamber'in abdest alması ve temizlenme suyu için yanında küçük bir kırba
taşırmış. Bir keresinde, Peygamber ihtiyacını gidermek için çıktığında, Ebu
Hureyre arkasından kırba ile onu takip ederken, Peygamber “kimdir o?” diye sormuş.
Ebu Hureyre olduğunu öğrenince de kendisine “benim için temizleneceğim birkaç
taş ara, ama bana sakın kemik ve hayvan gübresi getirme” demiş. Ebu Hureyre de
söyleneni yapmış. Peygamber ihtiyacını giderdikten sonra, birlikte yürürlerken
Ebu Hureyre niye öyle söylediğini sormuş. Peygamber de kemik ve hayvan gübresi
hakkında şunları söylemiş: “Bu ikisi cinlerin yemeklerindendir. Gerçekten bana Nasibin
cinlerinden bir heyet geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir! Benden azık
istediler. Ben de onlar için Allah'a, cinlerin önüne çıkan her kemik ve tezek
topağında kendileri için muhakkak bir yiyecek bulmaları için dua ettim.”
Peygamberin ne hoş cinler dediği heyetin geldiği yer -
hadise göre eski adıyla Nasibin (Nasibis) - vaktiyle ünlü büyücülerin merkezi
sayılırdı. Bu yer, günümüzdeki adıyla, Mardin iline bağlı Nusaybin ilçesidir.
Buhârî - Tefsir 253:330 : Ebu Hureyre
demiş ki; Peygamber şöyle buyurdu: “Cin tayfasından bir ifrit dün gece
namazımı bozmak için bana ansızın hücum etti. Lakin, Allah beni galip getirip
ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca, hepiniz göresiniz diye onu
mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat, kardeşim Süleyman
Peygamber'in sözleri hatırıma geldi (de böyle yapmadım).
Abdurrezzak'ın Musannaf’ına göre:
Peygamber, “bu ifrit kedi suretinde karşıma geldi” demiş. Müslim'e göre:
"Yüzüme çarpmak için elinde ateşli bir alev ile geldi" demiş. Nesei'ye
göre: "Onu yatırdım ve dilinin soğukluğunu elimin üzerinde hissedinceye
kadar boğazını sıktım" demiş. Ravh'a göre, Peygamber o ifriti
horlayarak kovmuş. Ed-Darekutnî'de ise bu yaratığın kedi değil de köpek
olduğu söyleniyor. Rivayetin muhtelif olması yüzünden, Peygamber'in o gece
namaz kılarken ne ile karşılaştığı ve eğer bir varlık ile boğuşmuş ise bunun
alelade bir kedi veya köpek olup olmadığı hususunda eski İslam alimleri
arasında anlaşmazlıklar çıkmıştır. Bu tartışmalar içinde en uzun süreni;
ateşten yaratılmış bir cinin dilinin de sıcak olması gerekirken, Peygamber'in
nasıl olup da bunu elinin üstünde bir soğukluk gibi hissetmesi hakkındadır.
Müslîm - Selâm 37:139 : Peygamber dedi
ki: “Gerçekten, Medine'de müslüman olmuş cinler vardır. Onlardan birini
görürseniz, kendisine üç gün ihtarda bulunun. Şayet bundan sonra size yine
görünürse, onu öldürün! Çünkü o bir şeytandır.”
Gerek güvenilir gerekse zayıf hadisler arasında olsun, Peygamber'in müslümanlara cinleri nasıl kullanacakları veya cinlerden korunmak için kimlere başvuracakları konusunda, günümüzdeki cincileri haklı çıkaracak hiçbir öğütte bulunmadığını görüyoruz. Buna mukabil, cin konusuna paralel olarak, büyü, nazar gibi olaylar karşısında da Peygamber'in özellikle etkili olduğunu belirttiği bazı Kuran ayetleri vardır. Fahrüddin Razi, bunlardan Kuran'ın sonunda yer alan ve Muavvizeteyn (= koruyucu ikili) diye anılan Falâk ve Nâs surelerinin, Peygamber'e dua olarak okuyup kötülükten korunması için vahyolunduğunu söyler. Anlamları şöyledir:
Falâk Suresi: “De ki: Tan yerinin Rabbına sığınırım. Yaratıkların kötülüğünden, bastırdığı zaman karanlığın kötülüğünden, düğümlere üfürenlerin kötülüğünden ve gözü kaldığında haset edenin kötülüğünden.” Nâs Suresi: “De ki: insanların Rabbına, insanların Sahibine, insanların İlahına sığınırım. Gerek cinlerden gerekse insanlardan olsun, insanın içine vesvese veren o fısıltısı bol sinsinin kötülüğünden.”
İdrak, bilgi ve
tecrübe ışığında yapılan açıklamaların yetersiz kaldığı her alanda olduğu gibi,
cinler konusunda da din kanalı ile gelen yorumların muhakkak ki insan
üzerindeki etkisi büyüktür. Ama, yorumlar uzman olmayan kişilerce yapılırsa, bu
kez etkisinin yaratacağı zararı gidermek için başka uzmanlara danışma gereği
doğar. Yani, cinler hakkında söylenen her şeye inanmaya başlarsanız, sonunda
bir asabiye hekiminin kapısında bulabilirsiniz kendinizi. Dini inançları ağır basan
kişiler için bu alanda güvenilir kaynak olarak halk için yazılmış iki eseri
okumanızı tavsiye ederim: “Kuran ve Hadislere Göre Cinler – Büyü”, Doç.
Dr. Ali Osman Ateş, Beyan Yayınları, 1995 - İst.. “İnsan ve İnsanüstü: Ruh
- Melek - Cin – İnsan”, Süleyman Ateş, Dergah Yayınları, 1979 -
İst..
―☼―
Kuran ve Hadis
açıklamalarına rağmen, İslam edebiyatında cinlerle ilgili ve çoğu Cahiliye
Devri'nden kalma inançlarla dolu eserlere rastlamak mümkündür. Anadolu'da bu
alanda dikkati çeken ilk eser, 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Firdavsi-i
Rûmî veya halk arasında Uzun Firdevsî olarak bilinen bir şair-yazarın,
Balıkesir'de - muhtemelen Farsça'dan tercüme ederek - yazdığı “Daawat-nama” adlı
kitabıdır. Sekiz bölümden oluşan bu küçük eserde, cin çağırma yöntemleri, fal
bakma usulleri, burçların ve yıldızların özellikleri ve bazı tılsımların
etkilerinden bahsedilir. İçindeki yazar tarafından çizilmiş cin resimleri ve
şemalar açısından folklorik önemi büyük olan Dâvetnâme'nin, Şams al-Maarif gibi
dış kaynaklı eserlerden derlenmiş olması sebebiyle muhteva açısından Anadolu
inançlarını yansıttığı söylenemez.
Basılı eserler
arasında, Türkiye'de en çok rağbet gören kitap ise, Seyyid Süleyman
el-Hüseyni efendinin "Kenz-ul Havâs" adıyla en son 1916
(1332)'da Eski Türkçe yayınlanan dört ciltlik eseridir. Defalarca
yasaklanmasına rağmen, yeni harflerle ve sadeleştirilmiş bir dille kısaltılılıp
tekrar basılarak el altından satılan Kenz-ul Havâs, aynı zamanda bu
alanda kitap yazan birçok meraklının da ilham kaynağı olmuştur. Bunların
içinde, Mustafa İloğlu'nun 1970'de yayınlamaya başladığı ve
sonunda yedi ciltlik bir hacime ulaşan “Gizli İlimler Hazinesi”, ve Mustafa
Ertuğrul'un “Dua Hazinesi” külliyatı kayda değer. Ancak, bunların ve
benzeri kitapların birer “hazine” (kenz) olmaktan çok, baştan sona saçma sapan
hurafelerle bezenmiş, ama aralara Kuran'dan ayetler serpiştirilerek mistik bir
hava verilmeye çalışılmış tipik cehalet örnekleri olduğunu da belirtmek gerekiyor.
1985 yılında, Ata
Nirun ile bu konuda bir araştırma yaparken, Mustafa İloğlu'nu da
Beyoğlu'ndaki evinde ziyaret edip kendisi ile uzun uzadıya görüşmüştük.
Merhumun, İslam Okültizmi hakkında zerre kadar bilgisi yoktu.
Derme çatma Arapçası ile orijinal bir eseri tetkikten de mahrumdu. Ancak,
sağdan soldan öğrendiği yarım yamalak tecrübi bilgilerle bir zenaatçi
olabilecek seviyede üfürükçülükle uğraşıyordu ki, bu da geçimini sağlamasına
yetiyordu. Mamafih, bu zatın derlediği yedi cilt, günümüzde adeta inanılmaz
sırlarla dolu bir şaheser gibi piyasaya sürülmektedir. Oysa, içindekilerin bir
işe yarayıp yaramadığı bir yana, hemen hemen hepsi yanlış veya eksik kopya
edildiğinden, yedi cildin yedisi de zırvalıklar hazinesi olmaktan öte bir
kıymet taşımamaktadır.
Türkiye'de bu alanda yazılan kitapların birbirinin kopyası olmasının yanısıra, ilk kaynak olarak genellikle Ahmad bin Ali al-Bûnî'nin “Kitab Şams al-Maarif” adlı dört ciltlik Arapça eserinden izler taşıdıkları görülmektedir. Bu konulara meraklı kişilerin yoğun talebi ile, 1979 yılında bir yayınevi, Bûnî'nin eserini tercüme ettirip piyasaya sürdü. Fakat, tercüme eden zatın - daha önce İbn al-Arabi'ye atfolunan bir risaleyi tercümesinde de görüldüğü gibi - Arapça bilmesine rağmen bu konulardan hiç nasibini almamış olması yüzünden, akla karayı birbirine karıştırarak eseri çorbaya çevirmesiyle, kimsenin içinden çıkamadığı bu dört ciltlik garabetin fazla müşterisi olamadı. Zaten, mütercim de sonunda iyice sıkılmış olmalı ki, eserin Kitab al-Raml bölümünü çevirmeden teslim etmiş. Son aylarda ise, Ahmad Musa al-Zarkavi'nin “Mafatih al-Gayb” adlı eserinin Kahire baskısından tercümesinin yapılacağını duydum. Bu kitap da alanında oldukça ünlüdür.
Gördüğü ilgi ve derleyenin diğerlerinden çok farklı bir ortamdan gelmesi bakımından, İsmet Zeki Eyuboğhı'nun değişik yayınevlerince farklı isimler altında yayınlanan “Aşk Duaları, Cinler ve Cinciler” adlı ve bir tür etnolojik araştırma niteliği taşıyan eserini de halkın inançlarını yansıtması açısından burada belirtmek gerekecektir.
Anadolu halkının cinlerle ilgili inançlarını yönlendirmesindeki rolü bakımından, biri tercüme diğeri telif iki eseri de burada dikkate almak gerekir: Yazarı, İmâm-ı Şiblî adında 14. yüzyılda yaşamış büyük bir İslam alimi diye tanıtılan “Cinlerin Esrarı” adlı kitap, aslında Arap-İslam mitolojisinden seçilmiş hikayeler arasına sahih veya mevzu olmasına bakılmaksızın rastgele serpiştirilen hadislerle doludur. Tercümenin başına ilk bölüm olarak dışardan eklenen iki formalık açıklama ise sanki okuyucunun aklını iyice karıştırmak için yazılmış gibidir.
Diğer ilginç eser
ise, Ahnıed Hulusî adındaki bir zatın 1971 yılından beri defalarca yeniden
basılıp piyasaya sürülen “Din - Bilim Işığında Ruh, İnsan, Cin:
Spiritizmin İçyüzü” adlı kara kaplı kitabıdır. Yazar önce cinlerin kim
olduğunu - sanki kapı komşusundan bahseder gibi - anlattıktan sonra, ısrarlı
bir biçimde, mehdilik iddialarının, spiritizma celselerinin, reenkarnasyon
inancının ve UFO denilen cisimlerin ardında hep cinlerin bulunduğunu tekrarlamaktadır.
Türkiyede, bu gibi fanatik görüşlerin etkisiyle, parapsikolojik araştırmaların
aslında cinlerin oyununa gelmiş zavallı şaşkınların işi olduğuna dair garip bir
inanış doğduğu için, konuyu bir televizyon maskaralığından bahsettikten sonra
ele alacağım.
―☼―
Garip olayların
halkın ilgisini çekeceğini düşünen yapımcılar, izleyiciyi aydınlatmaktan çok
izleyici sayısını arttırmayı amaçlayan programlarına, geçen aylarda cincileri
ve cinleri davet etmeyi uygun buldular. Teksoy Görevde adlı bir
programın 06-10-1995, 01-03-1996 ve 19-04-1996 tarihli yayınlarında; Sinop'un
bir köyünde evdeki eşyaların yerini değiştirip ortalığı yangın yerine çeviren
muzur cinlerin marifetini, Adapazarı'nda bir hocanın cinlerini kadının içine
sokarak onu nasıl debelendirdiğini, Burdur'un bir köyünde de dosya kağıdına poz
veren cinlerin kaşını gözünü seyrettik. Allahtan, sonunda bay Teksoy cinlerden
iyice korktu da, bu saçma sapan görüntülerle ekranı daha fazla işgal etmekten
vazgeçti!
23 Nisan 1996 tarihli
Hürriyet gazetesinin 33. sayfasında, kendisiyle yapılan bir röportajda,
bay Teksoy zeka seviyesi düşük bir program hazırladığını söyleyenlere
ateş püskürürken, aynı zamanda içine düştüğü durumu da dile getiriyordu:
“Gerçeği söylemem gerekirse, uyku sistemim tamamen bozuldu. İstisnasız, her
gün baş ağrısı çekiyorum. Üstelik, çekimi yapan arkadaşlar da aynı haldeler.”
Programları
izleyenlerin de açıkça gördüğü gibi, Sadettin Teksoy konuyu ne bir
uzmana danışma gereğini duydu ne de bir hekimin görüşlerine yer verdi. Bu
yetmezmiş gibi, çevresindekilerin anlattıklarına gözü kapalı inanmak
suretiyle, kendisini ve kameramanlarını psikolojik olarak olayın cinlerle
ilişkili olduğuna şartladı. Özellikle 19-04-96 tarihli programda, Kavacı
köyünde, Oğuz adındaki çocuğun elindeki boş kağıda bakarken, içinde bulunduğu
ruhsal durumunu yansıtan sahneleri hatırlarsanız, daha sonra bu stresin ne
gibi arazlar yaratacağı konusunda tahminde bulunmak için illaki uzman olmanız
dahi gerekmeyecektir.
Ekranda, ortası boş
bir dosya kağıdı görüyoruz. Arkasından verilen ışığın etkisiyle, dosya
kağıdında kağıt hamurunun kalitesizliğinden kaynaklanan leke izleri görülüyor.
Ülkemizde hâlâ standartlara uygun kağıt imal edilmediği için, aynı şeyi kim
yapsa bu lekeleri görebilir. Fakat, daha önce uzun bir süre, görülmesi beklenen
cinlerle ilgili hayali ayrıntıları anlatan çocuk, gelenleri konuya iyice
şartlamayı da ihmal etmiyor. Böylece, görev başındaki Teksoy, çocuğun
mental imaj telkininden sonra, bu düzensiz kağıt lekelerini hayal gücünün
serbest çağrışımlarına malzeme yapıp, hipnotize olmuş bir halde ve sadece
kendisinin görebildiği cinleri - boş kağıda bakarak - izleyicilere heyecanla
anlatıyor.
Bu sırada, kameraman
henüz yeterince hipnotize olamadığı için, elbette ki cin-min görmüyor. Ama,
“yahu, milletin gördüğü cini ben niye görmüyorum!” paniği içinde, durmadan
objektifin diyaframı ile oynuyor. Ekranda bakıyoruz; diyafram değiştikçe
kağıdın ortasında ışık alan kısım bir koyulaşıyor bir aydınlanıyor. Ama, ortada
yine tek bir cinin portresi bile yok. Oysa, Teksoy telaş içinde
bağırıyor: “Bak bak! Şimdi sol gözü belirdi. İşte, dosdoğru bana bakıyor!”
Derken, çocuk işi berbat ediyor: “Hayır, ağbi. Sana bakmıyor. Hazretin gözü
orada değil, burada. Şuradaki leke de onun ağzı!” Ama, Teksoy artık
kendinden geçmiş bir durumda. Boş kağıttan kendisine dik dik bakan cinleri gördüğünden
de hiç şüphesi yok. Yaşadığı illüzyonun etkisiyle de kanındaki adrenalin seviyesi
hızla yükselmekte ve yanaklarına kadar kızarmakta.
Hani derler ya, muhteremin verilmiş sadakası varmış. Aslında, bu gibi durumlarda yaşanan travmatik olayların yarattığı stress sonucunda, baş ağrısı ve uyku düzeni bozukluğu gibi basit psikosomatik arazlardan daha vahim sonuçlar ile de karşılaşılması kuvvetle mümkündür. Bu gibi deneylerde kullanılan kişilerin, deneyden sonra olur olmaz yerde benzeri algılama yanılmalarına veya halüsinasyonlara kapıldıkları, yalnızken fısıltı halinde sesler duydukları, bedenlerine giren garip varlıkların kendilerine zorla bazı işler yaptırdığı iddiaları genellikle bilinen hususlardır. Sanırım, buradaki psikiyatrik semptomların detayına girmeden, aslında bence daha önemli olan Adapazarı vakasına temas etmek gerekecek.
1 Mart 1996 tarihli programında, yine görev başındaki Teksoy'u bu kez Adapazarı'nda Cevat Topkara adındaki bir zatın ticarethanesinde görüyoruz. Bu zatın cinci mi yoksa medyum mu olduğu anlaşılamıyor (6). Sonra öğreniyoruz ki, kendisi Kuran İlmi ile iştigal etmekteymiş!... 40'lı yaşlardaki Cevat “hoca”nın bizim göremediğimiz cinleri var ve kendisi gayet şık giyinmiş. Bu sırada içeriye Sabahat kızı Çiğdem hanım ile yanında yaşlı bir bey giriyor. Söylendiğine göre, Çiğdem hanımın ayağında felç, midesinde kanama, ellerinde morarma ve daha bir sürü şikayeti var. Yanındaki yaşlı beyin eşi olduğunu öğrendiğimiz Çiğdem hanım, oldukça genç ve görünürde kanlı-canlı ama belli ki birilerinin yardımına muhtaç.
Çiğdem Hanım'ı daha önce hekim muayenesine götürmüşler. Ama o hekim her ne tahsil etmişse, normal bir teşhiste bulunamayıp, genç kadını cin çarpmıştır diyerek Topkara Ticarethanesi’ne yollamış! (7) Şimdi, ekranda Cevat Bey'i yazı masasının arkasında otururken görüyoruz. Birkaç saniye önüne bakarak şöyle bir duruyor. Sonra, sanki görünmeyen birileri suratına üflemiş gibi hafiften silkiniyor. Hemen anlıyoruz ki cinler geldi! Çünkü alıştık artık bu numaralara. Evet, şimdi Cevat bey ayağa kalktı ve divanın üstünde biçare uzanmış Çiğdem Hanım'a doğru ilerlemeye başladı. Genç kadın Cevat beye bakarken adeta ruhunu teslim edecekmiş gibi gözlerini süzüyor, hafiften titriyor ve divana biraz daha serbestçe yayılıyor. Yaşlı kocası da şaşkın bir ifade ile yakışıklı Cevat Bey'i seyrediyor. Mizansen, tam bir ortaoyunu dekoruna uygun. Ama, az sonra Cevat hoca cinlerini seferber etmeye başlayınca işler daha da karışacak.
“Ayşen, Ayten, Aysun, Gülişah! Hadi bakim, bacaklarından yukarıya doğru bedenine giriverin hanım kızımızın!”, diye ortalık yere yüksek sesle konuşuyor Cevat hoca. Kim bu Ayşen, Ayten, falan filan? Meğerse hocanın teşhiste bulunan doktor cinlerinin adları imiş bunlar. Eh, müslüman mahallesinde salyangoz satılamayacağı gibi, Türkiyede de hani o kitaplarda adı geçen “Behruşyaşin, Efremaşin” gibi cinlerle ticaret yapılamıyor olmalı, diyoruz. Şimdi bu görünmeyen Ayşen, Ayten cin kızlarımız neden Çiğdem hanım kızımızın genellikle adet olduğu üzere ağzından veya kalbinden değil de bacaklarından yukarıya doğru muayeneye başladıklarını anlamaya da ilmimiz yetmiyor. Allahtan, hocanın cin tayfası erkek cinsinden değil. Yoksa, rezaletin boyutu daha da büyüyecek!
Hoca cin kızlara, “bacaklardan yukarıya doğru iyice bir yoklayın bakalım” telkinini etkili bir sesle verdikten sonra, kamera Çiğdem hanım'ın divana uzanmış bedeninde gittikçe artan ihtilaçlı kıvranmaları görüntülüyor. Acaba bir epilepsi nöbeti mi başladı diyerek, ekrana daha dikkatle bakma ihtiyacını duyuyorum. Hayır, hiç alakası yok. Kameramanlar görüntüyü profesyonelce uygun açılardan veriyorlar. Ben de bu esnada hocanın yol açtığı modaya uyarak, yanımdaki kimsenin göremediği psikiyatrist cin kızlarım Pakize, Dürdane, Melahat ve Nurhayat’a soruyorum, bu ne iştir diye. Muhtemelen bir konversiyon vakası ve semptomlara paralel somatik komplikasyonlar, diye hemen kulağıma fısıldıyor Pakize!
Fakat, Cevat hoca hızını alamıyor ve ikinci perdede hanım kızımızın göğüs nahiyesine el ile de müdahelede bulunuyor. Sonunda, epey bir friksiyon neticesinde Çiğdem hanım muradına eriyor ve rehavetle karışık utangaç bir gülümseme ile kameraya bakarken bütün ızdırabının dindiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Fakat, hocaya göre bu iş bir defada bitmeyecektir. Yakın bir zamanda, kötü cinler hanım kızımızın yine bacaklarına sarılacak ve böylece hocayı tekrardan ziyaret saati gelecektir.
İşin ilginç tarafı,
halka seyrettirilen bu kepazelik hakkında ne Tabibler Odası'ndan ne
de başka bir yetkili kuruluştan hiçbir tepki gelmemiş olmasıdır.
―☼―
Bilimsel bir
araştırmaya, öncelikle varsayımlardan uzak durup, olayın incelenebilmesi için
uygun yöntemleri seçmekle başlanır. Eğer, elinizdeki yöntemlerin tümden
yetersiz kalacağı, başka örneği veya benzeri olmayan bir olaylar grubunu
inceleyecekseniz, o zaman işiniz zor demektir. Cinlerle ilgili olduğu söylenen
vakalar da halka yansıtılırken, sanki ortada böylesine olağanüstü bir durum
varmış da, bilim adamları çaresiz kalıyormuş gibi bir mizansen yaratılmaktadır.
Böylece, meydan birtakım şarlatanlara kalmakta ve onlar da halkı
dolandırmanın keyfini yaşamaktadır.
Aslında, halk
arasında “cin çarpması” veya benzeri biçimde anılan ruhsal veya bedensel
şikayetlerin hemen hemen hepsi alelade tıbbi vakalardır ve bu şikayetlerin
herhangi bir uzman hekim tarafından incelenmesi sonucunda hastalık veya
bozukluk kolaylıkla teşhis edilebilmekte, uygun olan tedavisi
ne ise o yapılmakta ve hasta da sağlığına kavuşmaktadır. Ortaçağ'da henüz
tıp bilimi yeterince gelişmemiş iken, hastalıkların çoğunun birtakım tabiatüstü
varlıkların anlaşılamayan etkisinden kaynaklandığı inancı yaygındı. Ama,
hurafelere sarıldıkça büsbütün perişan olan insanlar, sonunda işin aslını
araştırmaktan daha akılcı bir yol bulunmadığını gördüler.
Tıp bilimi bugün de
her derde çare bulacak kadar gelişmiş değil. Ama, cinlerle ilgili olduğu
sanılan vakaların tedavisinde de hiç cin yakalayan bir hekime rastlanamadı
bugüne kadar. Çünkü, o hurafelerde anlatıldığı biçimde ne cinler var ne de
şeytanlar, insana saldıran. Ancak, şu önemli noktayı gözardı etmemek gerekiyor.
Teşhis ve tedavide kullanılan tanımlamalar, gerek zaman içinde gerekse değişik
kültürlere göre farklılıklar arzedebilir. Nitekim, mesela batı kültüründen
farklı bir biçimde gelişmiş olan Uzakdoğu’daki tıp disiplini ile batının tıp
disiplini birbirine uymamaktadır. Ancak, bir hastalığın iki ayrı disiplinde
tamamen farklı yöntemlerle tedavi edilebildiğini de görüyoruz. Son yıllarda
güncellik kazanan Akupunktur, buna bir örnek sayılabilir. Aynen
bunun gibi, henüz bilinmeyen başka tıp disiplinlerinin de olabileceğini yabana
atmamak lazım. Yalnız, burada sözü edilen yeni ve bilinmeyen tıp disiplinini
tanımlarken, elbette ki bir yerde bunun geçmişten günümüze kadar uzanan
gelişimini de bilmek zorundayız.
Diyelim ki,
hastalıkları cin-ifrit sembolleri ve bunlara bağlı tasvirlerle açıklayan böyle
gizli bir tıp disiplini var da, bundan bizim haberimiz yok henüz. O takdirde,
en azından bu gizli kalmış tıp anlayışına sahip kişilerin neler yapabildikleri
inceleyebilmeliyiz. Gerçekten de tarihçesi uzun bir geçmişe dayanan böyle
bir tıp ekolü olduğu söylenir. Ancak, bunu doğru dürüst uygulayabilenlerin
sayısı yok denecek kadar azdır ve bunlar yeryüzünün belirli bir bölgesinde
toplanmış da değillerdir. İşte bütün zorluk buradan kaynaklanmaktadır.
Ortaçağ'dan bu yana yazılmış, cinler, ifritler ve meleklerden bahseden, tılsımlar, efsunlar, iksirler, dualar ve anlaşılmaz yazılarla dolu o kitapların hepsi, aslında bu yarı fantastik bilimin kötü birer karikatürü gibidir. Çünkü, prensip olarak bu gizli bilimin hiçbir zaman kitap veya yazılı herhangi bir şey biçiminde başkalarına aktarılamayacağı, öğretilemeyeceği söylenir daima. Burada hakim olan düşünce, bilenlerin daima başkalarından üstün kalabilmesini sağlamak için konunun hep gizli tutulması gerektiği inancı değildir. Aksine, belirli bir ruhsal olgunluğa erişememiş kişilerin bu bilimi kullanmaya heves ettiğinde, hem kendilerine hem de başkalarına zarar vererek tabiatın - veya diyelim ki ilahi düzenin - dengesini bozmaktan öte bir şey yapamayacaklarının kesinlikle biliniyor olması yüzünden ortada yazılı bir şey bulunmamaktadır.
Sadece zeki olmanın, bu bilimin sırlarına vakıf olmaya yetmediği söylenir. Aynı zamanda başka bilgilerle de donanımlı olmaktan, dahası bütün bunları anlayabilecek bir ruh olgunluğuna erişmiş olmaktan bahsedilmektedir. Herhangi bir insan bu seviyeye geldiğinde, kendisinde bizim henüz tanımadığımız bambaşka idrak kapıları açılacağı için, zaten kitapları okumasına da gerek kalmadığı söylenmekte ve neticede bu bilimin herhangi bir kitapta yazılı olmadığı ve hiçbir zaman da yazılmasına gerek duyulmayacağı belirtilmektedir.
Bu yarı mistik ifadelerden ne gibi bir sonuç çıkaracağınızı bilemem. Ama, bazı açıkgöz insanların, sanki bu seviyeye gelmişcesine, yapmacık bir eda ile kendilerini cahil insanlara kolaylıkla kabul ettirdiklerine ve onları sömürdüklerine her dönemde şahit olmak mümkündür. Tarih, bu gibi sahtekarlık örnekleriyle dolu. Ermiş şeyhler, el etek öptüren tarikatçılar, filanca zaman mehdileri ve daha niceleri hep aynı hırsın esiri olarak insanları aldatmışlardır. Oysa derler ki, kimin hangi mertebeye eriştiğini Hâlik'ten (yaratandan) başkası bilmez, erişmiş olan da kendini belli etmez. Yani, ben şuyum buyum diyenlerin veya tevazu ve tecahül maskesi altında gerdan kıranların hepsi aslında iki arpa boyu bile yol alamamış birer zavallıdan başka bir şey sayılmıyorlar.
Şimdi durum böyle iken, komşunun ısrarla tavsiye ettiği filanca hocanın nefesinden veya cinlerinden medet umar mı artık insan! Meşhur bir söz vardır; “kelin merhemi olsa, önce kendi başına sürer” derler. Eh artık, kimin keli kimin perçemi olduğunu görmek size kalmış bir şey.
Biraz önce size böyle bir gizli bilimin var olduğu söyleniyor, ama ne olduğunu bilen yok dedim. Cin-peri hikayeleri de işte bu ne olduğu bilinmeyen bilimi, yarım yamalak birilerinden duyanların uydurdukları masallardan ibarettir. Diyelim ki siz hiç tıptan anlamıyorsunuz ve cinlerin esrarına merak sardınız. Derken, günün birinde iki hekimin konuşmasına kulak misafiri oluyorsunuz. Hastanın EKG'si duruyor önlerinde. Koroner arter kalsifikasyonu'nun tesbiti gerektiğini söylüyor hekimin biri. Diğeri ise, majör koronerlerde stenoz olma ihtimali bulunmadığını, çünkü ne subepikardialde ne de lateralde böyle bir traslusent bant anomalisine rastlamadığını, ama fluoroskopinin ventrikül anevrizması gösterdiğini idda ediyor. Siz telaş içinde bu tek kelimesini anlamadığınız cümleleri bir kağıda not ediyorsunuz. Diyelim ki, ortada bir de diastol anatomisi için alınmış röntgen filmi var. Sonra, birden hekimlerin oradan uzaklaşmasını fırsat bilip EKG şeridi ile röntgen filmini kaptığınız gibi kaçıyorsunuz. Haydi bakalım, şimdi bu hazinenizi kullanarak doktorculuk oynamaya başlayın. Kimbilir böylece kaç kişiyi öldürürsünüz veya sakat bırakırsınız!
Yazacağınız “gizli ilim hazinesi” kitabınızda ilk cinin adı herhalde majör koronerlerde stenoz olacaktır. Belki bu ikinci olur da ilkinin adı ventrikül anevrizması'dır. Sonra, EKG şeridinde uzayıp giden zigzaglı çizgileri kitabınıza kopya etmeye çalışırken gizli anlamlarından da bahsetmeyi ihmal etmezsiniz. Hele bir de hastanın röntgen filminden seçebildiğiniz şekilleri “cinlerin resmi” diye kitabınızın sonuna eklerseniz, müthiş bir şey olur. Aradan yıllar geçer. Yaşadığınız olayla ilgili başkalarına anlattığınız hikayeler, bire bin katılarak döner dolaşır ve tekrar size gelir. Kitabınızın yeni versiyonuna büyük bir heyecanla bunlan da eklersiniz. Kimbilir, belki sizin gibi başkaları da tesadüfen böyle konuşmalara kulak misafiri olmuştur. Sizin “kardiyolojik cinleriniz”in yanısıra, onlar da “oksazepam, klordiazepoksid, difenhidramin” gibi “uyku getiren cinler”den, veya genetik laboratuarından çaldıkları bir filmdeki sistik fibrosis DNA sekansında görülmeyen C-T-T ile ilgili garip şekillere ve notlara bakarak, cinleri çağırıp görünür hale nasıl getirileceğinden bahseden kitaplar yazarlar.
Gizli ilimlerle
ilgili kitaplar da işte böyle “sağır duymaz ama uydurur”
misali, ne olduğunu kimsenin anlamadığı bir bilimden kalan yalan yanlış
fragmanlarla doludur.
―☼―
Bugünkü tıp
biliminde, insanı etkilediği varsayılan tabiatüstü bir varlık grubundan sözeden
hiçbir ekol yoktur. Eğer hasta kendisine cinlerin musallat olduğunu
söylüyorsa, muayene sırasında bu tanımlama hastanın kişisel yorumu olarak
değerlendirilir. Hasta iddiasında ısrarlı ise, cinlerin ne gibi
rahatsızlıklara yol açtığı sorulur kendisine. Ama, hekim tarafından cin
tasviri altında ne gibi etkenler bulunduğu irdelenirken, insan veya
hayvandan farklı bir evolüsyona tabi herhangi bir şuurlu varlık kavramına yer
verilmez. Hastanın bu yorumunun çoğu kez boş inançlarla bezenmiş zihinsel
şartlanmalarına bağlı idrak yanılmalarından kaynaklandığı varsayılır.
Aslında bu teşhis, ilgili vaka sayısının çoğunda doğrudur ve ayrıca cin gibi
başka bir varlığın etkisini dikkate almaksızın yapılan tedaviden de olumlu
sonuç elde edilebilmektedir.
Tıp biliminin bugünkü
disiplini içinde uygulanan tedavi yöntemlerine olumlu cevap vermeyen
hastalıklar karşısında ise - ki, bunlar nadir görülmekle birlikte,
çeşitlilik açısından yabana atılmayacak kadar fazladır - hemen cinlerin
marifetinden söz etmek yerine, yeni klinik araştırmaların ortaya koyduğu
sonuçlara göre teşhisde bulunmanın daha isabetli olacağı düşünülür. Buna
mukabil, bazen öyle vakalarla karşılaşılmaktadır ki, tıp dışı yöntemlerle
alınan sonuçlar, ilk bakışta bu cin masalında sanki bir gerçek payı varmış gibi
yorum yapmaya zorlayabilmektedir hekimi.
Mesela, etiyolojisi
henüz bilinmeyen bir trigeminal nevralji vakasında duyulan ani şiddetli
ağrı ve gözün yaşararak şişip kapanmasıyla yüzde görülen spazmın giderilmesi
için carbamazepine tedavisi veya gangliona alkol enjeksiyonu gibi müdaheleler
yerine, bazen hastanın nefesi kuvvetli bir hocaya okutturulması ile daha iyi
sonuçlar alındığını ben bizzat müşahede ettim. Ancak, bu gibi olayları bir
uzman gözü ile incelediğinizde, hastanın üzerinde etkili olduğu varsayılan
nefes veya okuma sayesinde kaçışan cinlerin nasıl da korktuğunu hayretle
anlatmak yerine, hastanın ruh haline bağlı daha komplike ama aynı
zamanda akla daha yatkın başka bir yorumun da yapılabileceğini görebilirsiniz.
Diğer bir örnek
olarak, oldukça sık rastlanan ve “cin çarpması” diye intikal eden epilepsi
vakalarını ele alabiliriz. Halk arasında “sara” olarak bilinen
epileptik vaka grubunda, beyin fonksiyonlarında aniden ortaya çıkıp gelişen ve
yine birdenbire kaybolan paroksismal bir rahatsızlık görülmektedir.
Klasik tablosunda şuur kaybı, tonik spazm ve klonik konvülsiyonlar olan
epilepsi, netice itibarıyla bir semptomdur ve hastanın uzman olmayan
kişilerce müşahedesinde sanki bilinmeyen bir varlığın saldırısına uğradığı
zannedilebilir. Fizyolojik açıdan ise, epilepsi, kontrol dışı nöral
deşarjlar şeklinde meydana geldiğinden, psikokimyasal düzeyde yeterince
incelenebilmektedir. Bu sayede, tedavi amaçlı müdahelelerin çoğunda -
intrakranial tümörler ve lobektomi gerektirenler dışında - kimyasal ajan
kullanımı olumlu sonuçlar vermektedir.
Burada epilepsinin patogenesisi ve etiyolojisi üzerinde durarak konu dışına çıkmak istemiyorum. Ancak, gerek idiopatik, gerekse semptomatik epilepside; incelenen objenin fizik beden olması yüzünden, sonuçta vakanın sadece beden seviyesindeki belirtilerine göre seçilen bir tedavi ile yetinildiği de unutulmamalıdır. Yani, muayyen bir norma göre kullanılmak üzere imal edilmiş bir aletin [bedenin], yapısındaki bazı arızi değişiklikler yüzünden anormal (norm dışı) çalışmaya başlaması halinde, kullanıcının [insanın] ne ölçüde o aleti kontrolü altında tutabileceği meselesi cevapsız kalmaktadır. Diğer yandan, korunma alanının zayıflamasıyla, kullanıcı ile alet arasındaki iletişim kanalına nüfuz edebilen dış kaynaklı parazit tesirlerin yaratacağı beklenmedik fonksiyonel veya ruhsal bozukluklar ile nasıl mücadele edileceği de haliyle bilinmemektedir. İşte bu noktada, psikiyatri disiplini dışına çıkmak zorunda kaldığımız için meseleyi daha ilerde ele alacağım.
Cin-ifrit edebiyatı ile açıklanmak istenen diğer sık görülen vakalardan biri de; obsesyonel nevroz'dur. Epilepsi benzeri vakalardaki gibi nörolojik inceleme imkanı tanımayan, yani sinir sisteminin organik veya fonksiyonel bir bozukluğu ile paralellik arzetmeyen bu nevroz tipini, bazı ekoller obsessif-kompulsif bozukluk olarak nitelerler. Tarih boyunca o kadar yaygın görülmüştür ki, Musevilerin kutsal kitaplarından (8) l.Şamuel kitabında dahi bu konuda bir örnek vardır: M.Ö. 11. asırda yaşamış olan İsrail kralı Şaul, peygamber-kral David'in (Davud) başarılarını kıskanarak öfkeye kapılır. Bunun üzerine, Tanrı Yahweh tarafından Şaul'e kötü bir ruh musallat olur ve Şaul de bu varlığın etkisiyle şuurunu kaybederek damadı David'i mızrakla öldürmeye kalkışır. Ama, aklı başına gelince de yaptığına pişman olur. Fakat, Şaul içine düştüğü bu ruhsal bozukluktan bir türlü kurtulamaz ve öldürme saplantısına kapıldığı anlarda çalınan bir arpın nağmeleri ile biraz olsun sükûnet bulur.
İstanbul'da son onbeş sene içinde en çok karşılaştığım vaka tipi olması sebebiyle, bu nevrozla ilgili ilginç bir örnek vermek isterim. Obsesyon; çoğu kez hastanın anlamsız veya gereksiz olduğunu bildiği halde, zihninden bir türlü çıkarıp atamadığı ve genellikle emosyonel tablonun bozulduğu dönemlerde daha da rahatsız edici hale gelen fikirlerdir. Bunlar, önce çoğu kez iyi koordine edilmemiş defans mekanizmaları olarak gelişir ve sonunda ise başa çıkılmaz birer düşünce formu halinde sahibini tehdit edecek boyuta gelirler. İşte bu noktada, hastada kimlik bozukluğu intibaı veren belirtilerle karşılaşılabilmektedir.
1986 Kasım'ında gelen bir vakada (Z.U., 34, Türk, evli, kadın), uzman hekim tarafından obsessif-kompulsif bozukluk teşhisi konmuş, ancak cevap vermeyen biyolojik tedavi yönteminde ısrar edildiği için sonunda hekim ile diyalog kopmuştu. Rutin inceleme neticesinde, obsessif materyal üzerine kurulmakta olan bir parazit tesir odaklanması ile karşılaşıldı. Hastanın ifadesi şöyleydi: “Saçma olduğunu kesinlikle bildiğim halde, kocamın beni aldatacağı fikrini bir türlü kafamdan atamıyordum. Oysa, beni sevdiğinden ve evine bağlılığından son derece emindim... Zamanla bu aldatılma saplantısı garip bir karşılıklı içsel konuşma biçimine dönüştü. Önceleri sadece kendimi ikna edebilmek için içimden kendime yatıştırıcı şeyler söylerdim. Ama, daha sonra sanki başka birisi cevap veriyormuş gibi zihnimde değişik fikirlerle karşılaşır oldum. Bu durumdan korkuyorum. Çünkü, bu düşünceler bana ait değil. Ama işin garip yönü şu ki, söyledikleri doğru çıkıyor.”
Z.U., zihninde zaman zaman başka birisinin gönderdiğinden şüphelendiği mental imajlarla karşılaşıyor, bu imajların sıklaştığı dönemlerde ise başını soğuk su ile yıkadıktan sonra oksipital bölgeye sızma zeytinyağı sürmek gereğini duyuyordu. Bu uygulamanın ne maksatla yapıldığını sorduğumda ise, gülerek: “Çok saçma! Ama böyle yapmam gerektiği düşüncesinden kendimi bir türlü alamıyorum. Zaten, zeytinyağını sürünce inanılmaz bir rahatlık duyuyorum içimde”, diyordu.
Klasik psikiyatri sınırları içinde kalınsaydı, bu hastayı tepesine zeytinyağı sürülmüş bir halde uzun süre görebilirdiniz. Ancak, sistemli bir psikoanaliz ile, hastanın daha önceki bir kaçamağı ile ilgili olarak geliştirdiği suçluluk kompleksine paralel cezalandırılma ihtimali tarzında ortaya çıkan konflikt, ve bu ortamda oluşan başlangıç safhasındaki kompensatif bir kimlik bölünmesi bulundu. Psikiatrik literatürde başka türlü adlandırılamayan bu yeni oluşmuş kimlik trasesine göre, kişinin günahtan arınması için başını yıkaması ve yağ ile kendini kutsaması gerekmekteydi. Hipnoz halinde iken ortaya çıkan ve tipik Hristiyanlık öğeleri taşıyan bu açıklamaların, hastanın ne dini inançları ne de günlük yaşamındaki çevresi ile bir uyum içinde olmadığını da burada belirmek gerekir. Bu açıklamalar sırasında süje, uzun süre genç kadınların iffeti ile ilgili Ortodoks zihniyete sıkı sıkıya bağlı nutuklar da iradetmiştir. Deneyimli bir araştırıcı, elbette ki burada cinlerden ziyade geçmiş yaşamla ilgili bazı moral değerlerin ön plana çıkması veya doğrudan bedensiz bir varlığın müdahalesi ihtimali üzerinde duracaktır.
Obsesyonların yanısıra, nadir de olsa, psikiyatride bir de bahsedilmesinden pek hoşlanılmayan posesyon vakaları görülür. Bu konuya Jung biraz ilgi göstermiş, ama ondan başkası da el atma cesaretini bulamamıştır kendinde. Peter Blatty'nin ünlü romanı The Exorcist'in filme uyarlanmasından sonra insanı bıktıracak kadar ucuz taklitlerinde görülen abartılı sahnelerin dışında, gerçekten de başka bir varlığın hakimiyeti altına girmek gibi yorumlanabilecek durumlarla karşılaşılmaktadır. Ancak bu vakaların; konversiyon, dissosyatif bozukluk, epilepsi safhası, defans mekanizması, kişilik bozukluğu gibi ayırdedici teşhisi yapıldıktan sonra üzerinde durulması gerekmektedir.
Uygulamaya
baktığımızda, bilimsel açıdan geriliği su götürmez olan Türkiye'de kayda değer
ancak beş-altı tıp fakültesi olduğunu ve nörologların aynı zamanda psikiyatrist
olarak da faaliyette bulunabildiğini görüyoruz. Literatür takip eden ve yeni
araştırmalardan haberdar olanların sayısı ise yok denecek kadar azdır.
Neticede, piyasada bulunan on-onbeş nöroleptik veya antidepresan spesiyalitenin
adını ezberlemiş ve ancak bir enternist kadar psikiyatriden anlayabilen bir ruh
doktoru tipi oluşmaktadır.
“Herif manyak ağbi!
Basıcaksın Akineton'u, dayayacaksın 100'lük Melleril'i. Bak o zaman sesi
çıkıyor mu!” gibi ilginç teşhis ve tavsiyelerle; veya “Aslında
batının yorumları kökünden yanlıştır. Bizim din ulemalarımız bu gibi olayların
açıklamasını asırlar öncesinden yapmışlar. Bakın Anadolu'ya, batı tababetinin
üstesinden gelemediği ruhsal hastalıkları, iman sahibi şeyhlerimiz bir dua ile
nasıl da tedavi ediyorlar!” gibi hekimlik adına utanç duyulacak
zihniyetlerle karşılaşmış biri olarak, psikiyatri açısından Türkiye'nin önünde
daha aşılması gereken büyük engeller olduğu kanaatindeyim (9). Dolayısıyla, konunun
bu faslını kapatıp, yine Türkiye'de hiç barınamamış bir araştırma alanındaki
cin kavramına geçmek istiyorum.
―☼―
Bugün dünyada
Spiritüalizm ekolü - gelişimini tamamlayamadan - yerini Parapsikoloji'ye
bırakmış ve eski spiritüalistlerin yerine de Spiritizm ile uğraşan
birtakım garabet tipler geçmiş olmakla birlikte, Türkiye'de belirli bir
zümrenin Neo-spiritüalizm'den haberdar olduğunu zannediyorum (10).
Cin konusunda,
spiritüalizmin bakış açısına örnek olarak, Ergün Arıkdal'ın “Metapsişik
Terimler Sözlüğü”ndeki (2. baskı - 1984) açıklamasına bakalım: “Bu
kelime herkesçe bilinen ve genellikle yanlış anlam verilen bir terimdir. İlah,
kötü ruh, ilham, zeka, en aşağı derecede doğaüstü kuvvet anlamlarına gelir.
Latincede daha ziyade bedensiz varlıklara, iyi-kötü demeden verilen bir
isimdir. Eskiler, insanlara hareketlerinde yol gösteren, nasihat veren ve koruyan,
bilgili ve kudretli varlıklar olarak kabul etmişlerdir. Her insanın iyi veya
kötü bir cini (veya meleği) vardır denilmiştir. Modern dilde ise bu kelime,
genellikle, kötü anlamda kullanılır ve kötülük yapan varlıkların
isimlendirilmesine yarar. Cinler tabiat itibariyle esasen geri mahluklardır.
Yine bazı yazarlara göre: Herhangi bir tabiat parçasını koruyan ve ziyaret eden
cinler vardır. Orman, su, dağ cinleri gibi. Allan Kardec'e göre: En geri
varlıkların halk tarafından isimlendirilmesidir. Bazı dinlerde: Derecelerini
kaybetmiş meleklerdir. Bazı teozoflara göre: Tekamülleri insanın tekamülüne
bağlı ve insanla birlikte bulunarak tekamül eden, gözün görme frakansı dışında
bulunan bir ortamda (titreşim alanında) yaşayan varlıklardır. İyi veya fena
tabiatta olanları mevcuttur. İnsanların mukadderine paralel mukadderleri
vardır, insanlardan yayılan etkilere muhtaçtırlar. Adeta beşer varlığı ile
ortak bir yaşamları vardır.”
Esasen, spiritüalizm
literatüründe cinler ve benzerleri ile ilgili doğrudan bir açıklama bulunmaz.
Zira, spiritüalist ekolde genel olarak, bilinen maddenin ötesinde bir
ruh cevherinin varlığı kabul edilir ve ruhun maddi ortamda tekamül ettiği öne
sürülür. Burada tekamül ile varlığın bilgilenmesi ve şuurlanması söz
konusudur. Ruh cevherinin insan seviyesindeki tekamülünde, yeniden
bedenlenmek suretiyle defalarca maddi ortamda (dünyada) doğup yaşayıp
ölmesi gerekmektedir. İnsanın öldüğünde bedeninden ayrılarak, tekrardan doğana
(yeni bir fizik bedene bürünmesine) kadar, öte alemde [spatyum] daha farklı
bir bedenle varlığı sürdürdüğü ve tekamülünün devam ettiği kabul edilir.
Buna paralel olarak,
yine aynı cevherin değişik tekamül seviyelerinde, farklı maddi
ortamlarda, benzeri biçimlerde bedenlenmesinin mümkün olduğu varsayılır. Bu
yoruma göre, cin denilen varlıklar da insandan farklı seviyedeki varlıklar
olarak düşünülebilir. Cinlerin beden türleri ve bedenlenme ortamları
insanınkine benzemediğine göre, buradan aralarında sıkı bir iletişim
olamayacağı sonucu çıkarılabilir. Ortak noktaları, aynı cevhere sahip olmaları
ve tekamül etmeleridir. Diğer yandan, sözkonusu maddi ortamlar arasındaki
yakınlık sebebiyle, yine tekamül gereği, insan ile cin denilen varlıklar
arasında nadir de olsa bazen özel şartlar altında bir iletişim kurulabildiği, ancak
çoğu kez insanların bu iletişimi açık bir biçimde farkedemedikleri düşünülebilir.
Spiritüalistlerin
görüşüne yer verirken hep “olabilir, düşünülebilir” demek zorunda kaldım.
Çünkü bu ekolde, insan seviyesindeki varlıklar dışında fazla bir bilgi
yoktur ve yorumlar genellikle tahminlere dayanır. Ancak, dini
telkinlerin etkisiyle bazı yazarların, spiritizma deneylerinde iletişim
kurulduğu varsayılan bedensiz varlıkların aslında birer cin olduğunu
ileri sürmelerini ise ciddiye almamak gerekir. Zira, dikkat edilirse, bu
yazarlar genellikle böyle bir deneye katılmadan, oturdukları yerde ahkam
kesmeyi uygun görmektedirler (11).
Eğer spiritüalistlerin ruhsal irtibat celseleri veya spiritizmacıların ruh çağırma seanslarındaki prosedür iyice incelenirse, görülecektir ki cin veya benzeri türden bir varlık ile bu ortamda iletişim kurma ihtimali çok düşüktür. Ancak, deneye katılan birisinin daha sonra özel bir hayat tecrübesi geçirmesi icap ediyorsa, deney sırasında o kişiye yönelik bir irtibat kanalı kurulabilmektedir. Bu irtibat kanalından ne gibi tesirlerin aktarılacağı konusunu ise cin edebiyatı ile açıklamaya hiç gerek yoktur. Diğer yandan, medyum vasıtasıyla sürdürülen bazı irtibat celselerinde - eğer mesele bilgi edinmek ise ve irtibat kurulan varlığın seviyesi uygun ise - bu tür farklı tekamül zincirindeki varlıklar hakkında bir fikir vermek amacıyla, irtibat kurulan varlık, medyuma anlık mental veya astral imajlar yansıtacak biçiminde katalizör görevini üstlenebilmektedir. Fakat, bu son bahsettiğim türden celselerin gerçekleşebilmesi için, hazır bulunanların yeterli bilgi birikimine sahip olmaları ve - asıl önemlisi - bu deney ile alacakları yeni bilgiye gerçekten ihtiyaç duyacak bir durumda olmaları gerekmektedir.
Burada belirtmek istediğim bir konu da şudur: Tecrübe gösteriyor ki, spiritizmacıların ruh çağırma seanslarının çoğu sahtekarlıktan ibarettir. Gerçekten irtibat kurulabilen seanslarda da gelen varlığın anlatacakları ile sokaktan geçen simitçinin anlatacakları arasında pek bir fark olmamaktadır. Bugüne kadar ne okuduğum ilgili literatürde ne de katıldığım bu gibi seanslarda kayda değer bir bilgi kırıntısına rastlayamadım. Kanımca, hepsi safsatadan ibarettir. Ancak, bilgili ve ciddi spiritüalistler tarafından yapılan ruhsal irtibat celselerinde, eğer yetenekli bir medyum (12) kullanılıyorsa, oldukça seviyeli bilgiler almak mümkündür. Ancak, bu konunun cinlerle perilerle bir ilgisi olmadığı için fazla detayına girmeye gerek duymuyorum (13).
Bu yazıyı hazırladığım sırada, Hürriyet gazetesinin 13-05-1996 tarihli nüshasında, Samsun'da yıllarca falcılık yaptıktan sonra kapısına “Medyum Sevgi” tabelası asarak vergi mükellefi olan bir kadının, belediye başkanı tarafından törenle açılışı yapılan bürosunda çekilmiş resimleri yayınlandı. Sevgi hanım, ilk iş olarak belediye başkanının falına bakmış! Röportajı yapan gazeteciye de: "Benim cinim ve perim yok. Ölen üç yakınımın ruhu bana yardım ediyor" demiş. Bu şahıs veya benzeri iddialarda bulunan diğerleri gerçekten intüitif medyum özellikleri gösteriyor olabilirler, ama öyle olduklarını zannediyor da olabilirler. Daha da kötüsü - en sık görülen biçimiyle - şarlatan olabilirler. “Vergi ödesin de ne yaparsa yapsın” zihniyeti ile kamu görevlilerinin de karıştığı bu tür başıbozuk gelişmeler endişe vericidir. Hiç şüphesiz, bu kadın da diğer meslektaşları gibi gelen müşterilerin ruh ve beden sağlığını etkileyecek bir faaliyette bulunmaktadır. Bu şahıslar ister cinlere perilere isterse ölmüş teyzelerine amcalarına danıştıklarını söylesinler. Neticede sözkonusu olan, hekimlik lisansı olmayan birilerinin devlet teşvikiyle ticarethane açarak, çevre halkının sağlığına rahatlıkla keyfi müdahelede bulunabilecek serbestiyete kavuşacak hale gelmeleridir.
Dikkat edilirse, bu
vakada da yine uzman kontrolü yoktur. Sevgi hanımın gerçekten ölmüş
yakınları ile irtibat kurduğunu farzetsek bile, insanlar ölünce birdenbire
allâme olmuyorlar ki! Acaba o muhteremler vaktiyle hayatta iken niye bizzat bu
bilgiçlikleri ile insanlara yardımcı olmamışlar da şimdi böyle bir yol seçmek
akıllarına gelmiş! Diğer yandan - çoğu kez görüldüğü gibi - irtibat kuran bir
varlık, kendisine duyulan ilginin devamını sağlamak amacıyla şu veya bu kişi
olduğunu veya çok bilgili olduğunu iddia ederek, uzun süre kişiyi kendisine
bağlayacak yöntemleri ustalıkla kullanabilmektedir. Bu durum, varlığın cin
olduğunu filan ispat etmez. Ama böylece, aşağıda anlatacağım gibi, spiritüalist
literatürde obsesyon denilen klinik bir tablo çıkar ortaya.
―☼―
Parapsikoloji veya
Psişik Araştırma adı altında özellikle 2. Dünya Harbi'nden bu yana yapılan
çalışmalar, daha önceki dönemlerde okültizm - mistisizm - spiritüalizm
çerçevesinde değerlendirilen veya sadece belirli kişisel deneylerde, etnolojik
- antropolojik araştırmalarda görülen olayların, teknolojinin getirdiği
imkanlarla bilim adamları tarafından incelenmesinden ibarettir (14). Çalışmalar sayesinde
yığınla enformasyon (data) birikmiş, ama henüz bütün bu olaylara ilişkin
tutarlı bir teori sunulamamıştır. Gerek bilimsel araştırma metodlarının
yetersizliği gerekse bilim adamlarının önlerinde açılan - onlara göre - bu
tuhaf olaylarla dolu alemin bilinemezliği, doyurucu bir açıklama
bekleyen meraklıların bu gidişle daha epey bekleyeceğini göstermektedir.
Cin konusunda da
parapsikolojik araştırmalardan elde edilen sonuç, sadece bir yığın olayın
tesbitidir. Durduk yerde eşyaların sağa sola saçıldığı odalar, nereden atıldığı
bilinmeyen taşlara hedef olan evler, fizik sebep olmaksızın gürültülerin
duyulduğu mekanlar, ses bandına kaydedilen gaipten gelen konuşmalar, fotoğrafı
çekilen hayaletler ve daha bir sürü olay belgelenmiştir. Parapsikologlara göre
bunların hepsi birer fenomendir ve bir yorum yapmak için vakit henüz
erkendir. Dolayısıyla, cinler neyin nesidir sorusuna şimdilik rastgele bir
cevap vermek istemiyorlar.
Ancak, dikkatli bir
gözlemci, bu olayların ortak noktasından yola çıkarak bir sonuca varabilir: İnsan
denilen varlığın tesir alanının zannedildiğinden çok daha geniş ve güçlü olduğu
anlaşılmıştır. Kişinin ruh sağlığı üzerinde etkili olduğu farzedilen
cinlerden ziyade, meydana gelen arazların kökünde, yakın çevredeki diğer
insanlardan ve bizzat kişinin kendinden kaynaklanan tesirlerin daha yoğun
olduğu görülmektedir. Buna mukabil, insanlar henüz kendi güçlerinin
farkında olamadıkları ve dolayısıyla bunları kontrol edemedikleri için, adeta
sürekli parazit yapan birer yayın istasyonu gibi ortada dolaşmaktadırlar.
Ruh sağlığı dengesi
bozulan insanlarda bu tür parazit tesir yayılımının daha da
arttığı görülmüştür. İnsanların, çevredekileri kıskanmak veya onlardan daha
üstün olmak gibi saplantılar içinde yaşarken, hedef seçtikleri kişiler üzerinde
yoğunlaşan dikkatleri ile birlikte, farkında olmaksızın o hedefe yönelik
bazı tesirler gönderdikleri varsayımını doğrulayan deneyler yapılmıştır.
Halk dilinde bu olaya “nazar değmesi” deniyor. Aynen bunun gibi, bazı
şahıslar içinde bulundukları stress veya yaşadıkları anksiyete sendromu
sebebiyle, çevresindeki insanlardan başka cisimleri de farkında olmaksızın
etkilemektedirler. Elbette ki bu etkilenişin olumsuz yönde olduğunu söylemeye
gerek yok.
Dengenin bozulduğu
durumlarda, olayın şiddetine göre, insanın çevresindeki manyetik alanda
şiddetli patlamalar ve renk değişmeleri tesbit edilmektedir. Aynı zamanda,
fizyolojik açıdan bugüne kadar pek dikkat edilmeyen, küçük ama hayati önemi
olan kantitatif değişmeler, sistematik bozukluklar görülmüştür. Bütün bunlar
birlikte değerlendirildiğinde, cinlerden şeytanlardan ziyade, insanın olumlu
veya olumsuz yönde etkilenmesinde en çok yine kendi türünün rolü
olduğu anlaşılmaktadır. (15)
Hipnotizma deneylerinde de görüldüğü gibi, insanın telkin altında ikna olabilme ihtimali çok fazladır. Bunu zayıflık olarak nitelemek yerine, insanların kendilerine yönelik kullandıkları bir özellik gibi düşünmek gerekir. Asırlarca cin-peri masalları ile yuğrulan bir toplumda, insanlara ne kadar bütün olan bitenin kendilerinden kaynaklandığını söyleseniz de, sonuçta bir defans mekanizması yaratıp suçu cinlere atarak rahatlamalarının önüne geçemezsiniz.
Diğer yandan, gerçekten de bilinen canlı türlerinden farklı, insanlar gibi şuur sahibi olduğu izlenimini veren varlıklar vardır. Bunlar da tekamül mü ediyor veya her ne yapıyorlar ise, bazı özel şartlar altında insan türü ile farkına varılabilen bir iletişim kurabilmektedirler. Ancak, bu iletişimin kurulabilmesini gerektiren şartların oluşması ihtimali o kadar düşüktür ki, gerçek bir olay yakalama şansı hemen hemen yok sayılabilir. Bu yüzden, sözkonusu olaylarda hemen bir cin etkisi bulmaya çalışmadan önce, insan ilişkilerini dikkate almak gerekmektedir, insan tabiatının yeterince bilinmemesi, aslında insandan kaynaklanan bir tesirin başka bir varlıktan geliyormuş gibi değerlendirilmesine yol açmaktadır. Bu açıdan olaylara baktığınızda, cinleri insanın karanlıkta kalan parçası olarak düşünebilirsiniz. Karanlık bölgeler aydınlandıkça, cinlerin kimliği de ortaya çıkacaktır.
Burada, insanı biraz daha geniş bir spektrum içinde tanımlama ihtiyacı doğmaktadır. Eğer, insan kendini sadece farkına vardığı fizik bedeninin motor faaliyeti ve korteks fonksiyonları ile sınırlı bir varlık olarak görmekte ısrar ederse, daha uzun bir süre cinlerle boğuşmak zorunda kalacaktır. Fakat, insanın kendini yeniden tanımlayabilmesi için - hiç şüphesiz - zamana ihtiyaç vardır.
İnanç faktörü, insan hayatında iki tarafı keskin bir kılıç gibidir. Eğer kendinizi bu cin-peri masallarına iyice kaptırırsanız, sonunda kendinizi birtakım parazit tesirlerin yumaklaştığı bir arı kovanı içine sıkışmış olarak bulursunuz. Ama, inancın bir de olumlu yönü vardır. Kendinize olan güveniniz arttıkça, sizden kaynaklanan ve sizi bir zırh gibi koruyan savunma mekanizmanız da güçlenmeye başlar. İnanç malzemenizin ne olacağı size kalmış bir meseledir. Para, mal, şöhret, makam, silah gibi sahiplendiğiniz şeylere bel bağladığınızda, bu maddi malzemenin pratikte bir işe yaramadığını kısa zamanda görürsünüz. Oysa, inancınız manevi değerlerden oluşan bir temele dayanıyorsa, o takdirde korkacak bir şey yok demektir.
Manevi güç kaynağı deyince, Türkiye’de insanların aklına genellikle İslam dinine bağlılık gelmektedir. Meseleyi dünya çapında incelediğinizde ise, bu kaynağın her toplumda insanların gelenek ve göreneklerine göre değişebildiğini farkedersiniz. Eğer kişinin inancı kendisine yeterli gücü veriyorsa, koruyucu olarak benimsediği ilahın adı İslam'ın Allah'ı da olabilir, Afrika'daki Mulungu da olabilir (16). Sizin için Allah, Mulungu'dan daha güvenilir bir ilah imajı çağrışımı yapıyorsa, o takdirde ona sığınacaksınız. Ancak, hangi ilaha sığınırsanız sığının, burada önemli olan, inancınızın tam olması ve içinizde herhangi bir soru işaretine yer vermemenizdir. Dikkat edileceği gibi, bütün mesele manevi dengenin sağlam kurulması ve sürekli olabilmesidir. Mesela, namaz kılmak size gerçekten ferahlık veriyor ise, böylece cinlerin kötü etkisinden korunacağınıza inanıyorsanız, o zaman namaz kılmalısınız. Eğer bu iş usulüne göre yapılmazsa bir faydası olmayacağına inanıyorsanız, o zaman beş vakit kuralına uyarak namaz kılacaksınız.
Manevi güç kaynağı olarak, günün birinde bütün bu şekilciliğe gerek duymaksızın başka şeylerin de kullanılabileceğini keşfedeceksiniz. O zaman belki tanrılara yalvarma ihtiyacınız da kalmayabilir. Yeter ki, yaptığınız şeyin veya inandıklarınızın bir işe yarayacağından emin olun. İnsanın parazit tesirlere karşı en zayıf olduğu an, güven duygusunu kaybettiği ve paniğe kapıldığı andır. Afrikalıların tanrı imajına Mulungu demesi gibi, burada parazit tesirler yerine cinlerin kötülüğü terimini tercih edebilirsiniz. Netice itibarıyla, değişen bir şey olmaz. Kişisel araştırmalarımda, ben bu parazit tesirlerin kaşı-gözü olduğunu hiç görmedim, bu yüzden onlara cin demiyorum.
Günümüzde, sosyo-ekonomik açıdan önemli çalkantılara sahne olan Anadolu'da, fertlerin ruhi durumunun ne kadar dengeli ve sağlıklı olduğu ortadadır. Yoğun bir manevi değerler bunalımı içine düşmüş olan toplumun en çarpıcı örneklerine, Türkiye'nin beşte birini barındıran İstanbul'da her an rastlıyoruz. İşte bu kaotik durumun yarattığı keşmekeş içinde, insanlardan yayılan parazit tesirler tipik bir astral girdap oluşturmaktadır. Böylece, insanların içindeki panik büyüdükçe korunma alanları hızla zayıflamakta ve sonunda ruhsal bozukluklar çığ gibi artmaktadır. Bu keşmekeş aslında belirli ölçüde bütün dünyada görülmektedir ve muhtemeldir ki sonunda diyalektik gereği yeni bir mentalite ile karşılaşacağız. Fakat, henüz o aşamaya gelmediğimize göre, şimdi biz cinlerden nasıl korunacağımıza bakalım.
Spiritüalist terminolojide “obsesyon” olarak geçen, ancak psikiyatride daha ziyade “posesyon” diye bilinen ve geçmişte bazı ruhsal bozuklukların yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı zannedilen özel bir vaka grubunda, özellikle bedensiz bir varlığın etkisi altına giren hastalardan bahsedilir (17). Sözünü ettiğim toplumsal hercümercin içinde kendini yalnız ve güçsüz hisseden insan tipi, bu tür ruhsal bozukluklar için ideal hedeftir. Bu vaka grubunun karakteristiği, Fromm'un symbiosis tanımına benzer bir durum arzetmesidir. Kendisine önem verecek, tatmin edecek, koruyacak, güçlü kılacak bir hâmi veya arkadaş özlemi içindeki kişi, toplum içinde karşılık bulamamış bu yoğun emosyonel birikimi ile farkında olmaksızın astral alemde bir kapı açmakta ve bu sempatizasyon vorteksine yönelen varlık da rahatça kapıdan içeriye girmektedir. Elbette ki, öte alemden başını uzatan ziyaretçinin de paralel doğrultuda ama daha agressif - dominant bir emosyonel tablo içinde olması gerekmektedir.
Spiritüalistlerin obsesyon dediği bu tür “psişik sembiyoz” vakalarında, karşı taraftaki bedensiz varlık, çoğu kez ölmüş bir insanın ruhudur (18). Onun da kendine göre birtakım tatminsizlikleri, hırsları, arzuları veya planları vardır. Tamamlayıcı unsurların birbirini çekmesi gibi, aynı frekansta yayın yapan bu iki varlık arasında zamanla kuvvetlenen bir iletişim köprüsü kurulur. Birinin bedenli, diğerinin de bedensiz olması çok önemli bir fark sayılmaz. Asıl önemli olan, herbirinin diğerinde kendi içindeki boşluğu kapatacak bir malzeme bulabilmesidir. Önce genellikle rüyalarda, yarı uykulu anlarda, şiddetli ruhsal krizlerde, beyin travmalarında, geçici şuur kayıplarında başlayan ilk irtibat, daha sonra - her iki taraf da bu ilişkiyi sürdürmek istediği sürece - gitgide kuvvetlenerek devam eder.
Bu ilişkinin devamı, prensip olarak tarafların isteğine bağlıdır. Ancak, insanlar genellikle gerçekten ne istediklerinin farkında olmadıkları için, hani gelin olmuş kızın “hem ağlarım hem de giderim” demesi gibi, dışardan bakıldığında açıkça acı çektiği ve istemediği görülse bile, aslında hastanın gerçekten hangi duygular içinde olduğunu anlayabilmek için çok dikkatli bir analizin yapılması gerekmektedir. Taraflardan biri bu ilişkinin kendisi için zararlı olduğuna kesinlikle ikna edildiğinde, irtibat kopmaktadır. Ancak, daha sonra her iki varlığın da bir süre gözetim altında tutulmasında yarar vardır. Bir-iki görüşme ile ikna ettiğinizi zannettiğiniz varlık, daha sonra bir bakıyorsunuz ki kaldığı yerden devam ediyor. Sigarayı bırakmak gibi bir şeydir bu. İradesi kuvvetli olan için herhangi bir problem çıkmaz. Bazı vakalarda da irtibatın belirli bir ölçüde devam etmesi icap edebilir. Yani, neyin ne olduğunu iyice anlamadan Don Kişotluk yapmanın alemi yoktur.
Diğer yandan, bu türden vakalarla karşılaşan hekimlerin - hastanın dışında başka bir varlığın müdahelesi olduğunu kabul etmeksizin - meseleyi sadece bir dissosyatif kimlik bozukluğu (veya eski tabirle; multipl personalite) gibi yorumlayıp tedaviyi aynı komünikasyon biçiminde sürdürmesiyle de olumlu sonuç alınması mümkündür. Ayrıca, eski olmakla birlikte Janet'in psikolojik travma izleri keşfetmek için kullandığı hipnoz yöntemi ile mesleki açıdan oldukça ilginç tecrübeler edinilebilir. Psikofarmakolojik müdaheleler vakayı daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Özellikle, alelacele konulan şizofreni teşhislerinde bu gibi hatalara sık rastlanıyor. Zira, bu vakalarda amnestik bariyerin görülmemesi, teşhisde başlıbaşına bir problem yaratmaktadır.
Musallat olan varlık genellikle yalan söyleme eğilimindedir. Hastanın zaaflarını da hekimden daha iyi bilir. Çünkü irtibat, hipotalamusun transformasyonundan önceki fazda kurulmaktadır. Klasik hipnoz yönteminde bu transformasyon bölgesini aşamayan hekimin, varlıkla doğrudan nasıl irtibat kuracağını da bilmemesi yüzünden, uzun süre bir kedi - fare kovalamacası içinde bunalması mümkündür. Fakat, terapi ne kadar uzun sürerse sürsün, yetenekli bir psikiyatrist her zaman filanca hacı veya falanca medyumdan daha faydah olacaktır. Esasen, hasta kadar irtibat kuran varlık da sonuçta bir insandır ve her ikisinin de hekime muhtaç durumda olduğu unutulmamalıdır. Bu arada, bazen varlığın kendisini cin veya başka bir yaratık olarak tanıtarak hekimi korkutmaya çalışacağı, hatta hekimin özel hayatına da müdahele etmek isteyeceği ihtimalini de gözönüne almak gerekir.
Aslına bakacak
olursanız, hemen hemen herkes belirli ölçülerde bir psişik sembiyoz halinde
yaşamaktadır. Ancak, kimse bunun farkına varmaz. Barsaklarınızdaki sindirime
yardımcı bakterilerin nasıl farkında değilseniz, zaman zaman karşılıklı
yardımlaştığınız ölülerin de aynen öyle farkına varmıyorsunuz. Dengeyi
bozmadığınız sürece, ne onlardan size bir zarar gelir ne de siz onlara
bir kötülük yapmış olursunuz. Soğuk ve karanlık ağılda, farkında olmaksızın
birbirine sokularak yaşayan koyun sürüsü gibi, insanlar da ancak birarada
oldukları sürece varlıklarını idame ettirebilmektedirler. Bu bir tabiat
kanunudur. Bedenli veya bedensiz olmaları hiçbir şeyi değiştirmez. Sürüden
ayrılırsanız; asıl o zaman sizi cinler, umacılar kaparlar.
―――☼☼☼―――
(1) Tekin
kelimesi, Anadolu Türkçesi’ne aslında yine bir Ortadoğu dili olan
İbranice’deki tohu>tehi teriminden geçmedir ve aynı anlamda
kullanılır. Kimsenin bulunmadığı, terkedilmiş ve boş yere denir. Doğaüstü
yaratıkların bulunmamasına atfen “uğurlu” anlamında da kullanılır. Diğer
yandan, ses benzerliği olan Orta Asya Türkçesi’ndeki tigin>tekin terimi
ise önceleri “köle”, daha sonra ise uzun süre yaygın hali ile “bey-hakan oğlu,
şehzade, prens” anlamındadır. Mesela, Göktürk hakanı Kültigin’in adından
Anadolu Türkçesi’nde yine rütbe, isim veya san olarak kullanılan “Gültekin”
gibi. [geri dön]
(2)
Kırgızca’daki “bakşı” veya “baksı” kelimesinin, daha sonradan Anadolu
Türkçesi’nde görülen bakıcı ile aynı kökten geldiği zannedilir. Oysa,
Budizm'in etkisi altındaki Asya Türkleri’nde görülen ve Budist bir disiplini
olan şamanizme giren bu kelime, ustalık derecesindeki Budist rahip (Lama)
demektir ve “öğretmen, yol gösteren” anlamında kullanılmıştır. Anadolu’da ise bakıcı
(bakmak>bakıcı) diye suya veya başka bir objeye bakarak gaipten haber
verene derler. [geri dön]
(3)
Anadolu'nun kültür mozayiği ile ilgili araştırmalar içinde bu değişik otantik
etkilerin önemini vurgulayanların gittikçe artması, muhtemeldir ki cinlerle
ilgili yorumlara da yeni boyutlar kazandıracaktır. [geri dön]
(4)
Aslında, Kuran'ın bu yöntemle - sembolik açıdan - yorumlanması sonucunda, cin
kavramı ile modern psikiyatrik yorumlar arasında ortak bir nokta bulma imkanı
doğabilmektedir. [geri dön]
(5)
Yahudilerde olduğu gibi, Müslümanlarda da erkek çocukların sünnet edilmesine
(hıtân=circumcision) ilişkin merasim için Türkçe'de aynı terimin kullanılması,
bu işlemin Peygamber tarafından önerilmiş olmasından, yani Peygamber'in
sünneti olmasından kaynaklanır. [geri dön]
(6)
Türkiye’de, halk arasında “medyum” kelimesinin semantiği hakkında henüz
belirgin bir tanımlama yapılamıyor. Halk açısından; ruhlarla, cinlerle,
yıldızlarla, büyülerle uğraştığı zannedilen, acaip tavırları veya giysileri
olan herhangi biri medyum diye nitelenebilmektedir. Vulgar terminolojide
bu çerçeve içindeki medyum ile parapsikolojide geçen aynı terimin anlam
alanları birbirinden tamamen farklıdır. [geri dön]
(7)
Vaktiyle, Anadolu'daki bu gibi vakaları incelerken aynı tezgaha çoğu yerde
rastlamıştım. Aslında, hekim olacak kurnaz adam eğer biraz hâlet-i ruhiyeden
anlıyorsa, vaziyeti hocalık olan kadınları ortağına havale ederek, daha sonra
payına düşen parayı almaktadır. Ayrıca, hastanın rahatlamasıyla sonuçta hasıl
olan sükûnetten herkes memnun kaldığından, kimse sesini çıkarmamaktadır. [geri dön]
(8)
Türkiye'de zannedildiği gibi, Musevilerin Tevrat adında tek bir kutsal
kitabı yoktur. Arapça'ya Tevrat olarak geçen ve töre anlamına gelen
İbranice Torah ile ilk beş kutsal kitap kasdedilir. Bunların
ardından ise Nebiim Raşonim (6 kitap), Nebiim Aharonim (15 kitap)
ve Ketubim (13 kitap) gelir. 1. Şamuel kitabı, Raşonim grubunda
yer alır. Aynı kitapta, kral Şaul'ün Endor cadılarından birine ölmüş
peygamber Şamuel'in ruhunu çağırtıp onunla konuştuğu da belirtilmektedir. [geri dön]
(9) Gelen hastalardan edindiğim
psikiyatrist hekim imajını, burada okuru yanlış yönlendirmemek uğruna fazla
ortaya sermek istemiyorum. Ola ki ben hep beceriksiz hekimlerin veya
şarlatanlık yapan sahte hekimlerin elinden kaçıp kurtulan biçarelerle
karşılaşmışımdır da çarpık bir imaj oluşmuştur zihnimde, diyelim. [geri dön]
(10)
Aynı zamanda bir hekim olan Dr. Bedri Ruhselman'ın (1898-1960)
prensiplerini ortaya koyduğu Neo-spiritüalizm ekolünün ruhsal
tekamül, reenkarnasyon, ölüm ötesi hayat gibi birçok konuya getirdiği kendi
içinde tutarlı ve bilimsel açıklamalarla birlikte deneye dayalı yorumları,
bugün ciddi bir manevi boşluk içinde bocalayan bu toplumun fertlerine büyük
ölçüde yol göstereceği inancındayım. Ruhselman'ın 1950'de İstanbul'da kurduğu Metapsişik
Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği , halen sayın Ergün
Arıkdal'ın başkanlığı altında faaliyettedir ve halka açık konferanslar, aylık Ruh
ve Madde dergisi ve çeşitli yayınlarla bu konuları düzenli olarak
tanıtmaya devam etmektedir. [geri dön]
(11) Uzman bir kişinin denetiminde
yapıldığı sürece bu tür deneylerin korkulacak veya çekinilecek bir yanı yoktur.
Vaktiyle bu konularla meşgul iken, dini inançları kuvvetli olduğunu iddia eden
birçok cin taraftarı üstadın, birlikte bir deney yapmaya davet ettiğimde ya
lafı değiştirdiğine ya da deney sırasında ortamın aurasını berbat edecek
biçimde paniğe kapılarak deneyin yarıda kesilmesine yol açtığına defalarca
şahit olmuştum. [geri dön]
(12)
Buradaki medyum teriminin, son zamanlarda ortaya çıkan şarlatanlarla
veya dolandırıcılarla hiçbir ilgisi yoktur. Spiritüalist terminolojide medyum;
bedensiz varlıklarla ruhsal irtibat kurabilecek ve böylece arada bir iletişim
köprüsü oluşturabilecek duyarlılığa sahip kişiye verilen isimdir. Medyumlar
falcılıkla uğraşmazlar. Bir insanın bu yeteneğe sahip olup olmadığı da ancak
uzmanlarca denenmek suretiyle tesbit edilebilir. Günümüzde adeta bir moda
biçiminde yayılan medyumluk iddialarının ardında ise böyle bir yetenekten
ziyade ya sahtekarlık zihniyetinin ya da ciddi bir klinik tablonun hakim
olduğunu görüyoruz. [geri dön]
(13)
Modern spiritüalizmin olaylara bakış açısını bilimsel bir zihniyetle yansıtması
bakımından, Feridun Tepeköy'ün "İnsanın Evreni ve
Evrimi" (İst. 1987) adlı eseri okumanızı tavsiye ederim. [geri dön]
(14)
Türkiye'de parapsikolojik araştırma yapan bir kuruluş yoktur. Vaktiyle
fizyoloji kürsüsünde Prof. Dr. Muammer Bilge'nin bazı ferdi
girişimleri olmuştu. Tıp fakültesine Kirlian Cihazı gibi aletler alındı.
Fakat, Bilge'nin vakitsiz vefatı ile, gelen aletler fakülte deposunda çürümeye
terkedildi. Eğer bugüne kadar birisi aletleri çalmadıysa, hâlâ zemin katta
duruyordur. [geri dön]
(15)
Latince bir atasözü vardır: Homo homini lupus. Yani, insan
insanın kurdudur, derler. Burada kasdedilen elma kurdu değil elbette.
Saldırıp parçalayan vahşi bir hayvandan bahsediliyor. [geri dön]
(16) Batı Afrika'da hıristiyanlığı
yaymak amacıyla Kitab-ı Mukaddes'i yerli dillerine çeviren misyonerler, halka
Hıristiyanların tanrı kavramını bir türlü anlatamayınca, oradaki inanışa göre
en ulu tanrı sayılan Mulungu'nun adını koymuşlar tercümenin
içine. Yerliler de Mulungu'nun beyaz adamlara kadar ulaşıp onlara hikayeler
anlatacak kadar güçlendiğini duyunca, bu işe pek sevinmişler. Daha sonra gelen
Müslümanlık ile tanrının adının Allah olduğunda ısrar edenlerle de,
“Mulungu sizinle dalga geçmiş!” diyerek alay etmişler. Yani, her insanın
asırlardan beri atalarından intikal eden güven verici kollektif bir mental
imajı var. Başka kültürden gelenler ne kadar diretseler, ne o imajı ne de
ismini değiştirmeleri mümkün olamıyor. Ta ki, insan o imaj yerine başka bir
imaja ihtiyaç duyacak hale gelsin. Afrika yerlileri için ilkel derler, ama
aslında bu konuda diğer insanlardan hiç de farklı değiller. Zenciler de cinlere
inanıyorlar, ama onların cinleri kireç beyazı renginde! [geri
dön]
(17)
Psikiatride bedensiz varlık kavramına şiddetle karşı çıkılmasına rağmen, bu
konuyu geçmişte C.G. Jung'tan (1875-1961) başka hiçbir psikiyatrist
inceleme gereğini duymamıştır. Son yıllarda ABD'de bu alanda araştırma yapan
yeni bir psikiyatrist grubu varsa da henüz tatmin edici bir hipotez
yayınladıklarına rastlamadım. Bu vakalarda ayırdedici teşhis açısından
özellikle delüzyonsuz odio-visüel hallüzinasyonların çok iyi değerlendirilmesi,
konversiyona bağlı semptomların ayıklanması, dissosyatif kimlik kanaatinde
acele edilmemesi, psödoepileptik nöbetlerde sadece interiktal EEG'ye bağlı
kalınmaması, temporal lob disritmisi gibi hususlar önemlidir. [geri dön]
(18)
Burada daha teknik ve detaylı tanımlamalar yapmama imkan yok. Dolayısıyla,
şimdilik bu basit ama sonuçta yanlış olmayan açıklamalar ile yetinmek
zorundayız. Öldükten sonra fizik bedeninden ayrılan insan, parametreleri bizim
fizik alemimizden farklı ama yine maddi bir ortamda, o ortama uygun
bedeni ile bir süre yaşamına devam etmektedir. Bu farklı ortamın Ay'da veya
filanca yıldızda olduğunu zannetmeyin. Mesela, uyurken içinde bulunduğunuz
ortamın da parametreleri bu dünyadan farklıdır ve o sırada fonksiyonları
rölantide olan fizik bedeniniz yatakta uzanmış dururken, siz başka bir alemde -
ama bu bilinen uzayın herhangi bir yerinde değil - mesela diyelim ki
duygulardan müteşekkil astralin alt tabakalarında dolaşırsınız. [geri
dön]